Ögeler etikete göre görüntüleniyor: Kapitalizm

Almanak 2011Yirmibirinci yüzyıl, kapitalist sistemi yeniden yapılandıracak bir gelişmeye gebe gibi görünüyor: Sistemi karbon temelinde yeniden inşa etmek. Karbon ticareti bu inşanın başlıca araçlarından biri olarak karşımıza çıkıyor.

Karbon ticareti, iklim değişikliğinin önlenmesinde geliştirilen bir çözüm önerisidir. Aslında bu çözüme kolay ulaşılmış da değildir. Öncelikle, iklim değişikliğinin/küresel ısınmanın varlığı uzun süre tartışılmış, özellikle de liberal çevreciler tarafından yakın zamanlara kadar kabul edilmemiştir (Kayıkçı, 2008: 380-383). Buna karşın, önce İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin yürürlüğe girmesiyle (1994), ardında da Kyoto Protokolü’nün hazırlanmasıyla (1997) iklim değişikliği sorununa uluslararası düzeyde çözüm arama çabaları sürmüştür.

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Panelinin, 2007 yılında yayınladığı raporunda (IPCC, 2007), iklim değişikliğinin tartışılmaz bir gerçek olduğunu ve bunun büyük olasılıkla insan etkinlikleri sonucu meydana geldiğinin ortaya konmasıyla, konuyla ilgili bütün kuşkular ortadan kalkmıştır. Böylece sorun artık iklim değişikliğin var olup olmaması değil, bu sorunun kapitalist sisteme nasıl entegre edilerek çözüleceğidir. İşte karbon ticareti bu yaklaşımın ürettiği bir çözüm olarak ortaya atılmıştır (Kayıkçı, 2012: 12).

Bu çalışmada piyasa sisteminde çevre sorunlarının çözümlenebilirliği, iklim değişikliği sorununa bir çözüm olarak geliştirilen karbon ticareti örneğinde ele alınmaktadır. Amaç, teorik ve pratik olarak karbon ticaretini ortaya koyarak eleştirel açıdan değerlendirmektir. Bu amaçla önce karbon ticareti tanımlanarak mevcut uygulama ortaya konmakta, daha sonra ise karbon ticaretinin olumlu yönleri, işlevi ve gerekliliği başlığı altında ele alınmaktadır. Son olarak ise, karbon ticaretinde ortaya çıkan sorunlar dikkate alınarak, iklim değişikliğinin karbon ticareti aracıyla piyasa sisteminde çözümlenebilirliği eleştirel bir açıdan değerlendirilmektedir.

Ek bilgiler

  • Yazar Murat Kayıkçı
  • Yıl 2011
Yayınlandığı kategori Çevre

Almanak 2011Makalede, “İnsan Hakkı” ve “Hak İhlalleri” kavram ve olguları, ekonomik açıdan ve kapitalist sistemin dinamikleri bağlamında ele alınarak, zamanla sistemin ilerleyişi doğrultusunda değişim ve farklılaşma görüntüleriyle irdelenecektir. Bu nedenle, tarihsel sınırlarıyla, kapitalizmin kategorik olarak netleştiği dönemden gerilere gidilmeyecek; teorik sınırlarıyla ise, Marksizm tartışmalarına kayılmayacaktır. “İnsan Hakkı” ve “Hak İhlalleri” konuları tartışılırken, Kapital’in alt başlığında da ifade edildiği üzere, “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” ölçütünün odağa koyulmamasının ciddi bir eksikliği oluşturduğu bilinciyle böyle bir denemeye girişmenin amacı, kapitalizmin aldatıcı yüzünün sergilenmesidir. 

17. yüzyılın sonlarından 18. yüzyılın ortalarına kadar uzanan sürede John Locke etkisi altında “doğal hukuk” görüşünden kaynaklanan insan hakları yaklaşımı, toplum içinde bireyi diğer bireylere ve devlet aygıtına karşı koruma mantığı içinde gelişmiştir. Fransız İhtilali’ni izleyen dönemde, kısmen J. J. Rousseau’nun da etkisi altında gelişen bilim ve inançlar karışımı bir doku üzerinde (Russell, 1961; 693) şekillenen “İnsan Hakkı” olgusu zaman içinde tedricen ferdiyetçi görüş üzerine oturtulmuştur. 10 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda, emredici hukuki değeri olmayıp daha çok siyasî değeri haiz, otuz maddelik bir metin halinde oluşturulan insan hakları konusu uluslararası alanda yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ana başlığı altında otuz madde içinde kapsanan insan hakları üç alt başlık altında toplanmaktadır. Alt başlıklar şöyledir: “Kişi Özgürlükleri ve Siyasal Haklar” başlığı altında birinci kuşak haklar; “Sosyal, İktisadi ve Kültürel Haklar” başlığı altında ikinci kuşak haklar; ve nihayet, “Dayanışma Hakları” başlığı altında da üçüncü kuşak insan hakları kapsanmıştır (Kabaoğlu, 1997; 16–22).

Ek bilgiler

  • Yazar İzzettin Önder
  • Yıl 2011
Yayınlandığı kategori İnsan Hakları

Almanak 2011Ağustos 1984’te PKK’nin Şemdinli ve Eruh baskınlarıyla başlayan ve 1990’lı yıllarla birlikte resmi yetkililerin “düşük yoğunluklu savaş” olarak adlandırdıkları şiddetli çatışma ortamının, Türkiye’de yeni bir dönemin başlangıcını oluşturduğu söylenebilir. 1987’de Diyarbakır, Bingöl, Hakkâri, Mardin ve Siirt illerinde Sıkıyönetim uygulamasının sona erdirilmesiyle birlikte 285 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Olağanüstü Hal (OHAL) Bölge Valiliği’nin kurulması da bu bağlamda önemli bir dönüm noktasını ifade eder.

OHAL Valilikleri’nin kurulması devletin baskı ve zor mekanizmalarını kullanmasını kolaylaştrırken, Kürt siyasi hareketi 1989 yılında PKK önderliğinde ilan ettiği ve önemli bir halk desteği elde eden “Serhildan”ın da etkisiyle1993 yılına gelindiğinde müthiş bir ivme kazanır. Bu yıllarda bölgenin hemen hemen tamamı halk ayaklanmaları ve şiddetli çatışmalara sahne olur. Aynı zaman diliminde devlet, PKK'ye verilen halk desteğini engellemek amacıyla “koruculuk” adını verdiği bir uygulama başlatarak sınır köylerini PKK’ye karşı silahlandırmaya girişir. Kimi aşiretler tarafından kabul edilsede Kürt halkının genel anlamda uzak durduğu koruculuk uygulamasının başlaması ile birlikte, devlet tarihteki en kapsamlı yerinden etme uygulamalarından birini de hayata geçirir. Bir başka ifadeyle, bu dönemde köy yakmalar ve sürekli artan siyasi baskı sonucu milyonları aşan Kürt nüfüsu önce Doğu’daki büyük şehirlere sonra da Batı illerine göçe zorlanır. 

Ek bilgiler

  • Yazar Azize Aslan
  • Yıl 2011
Yayınlandığı kategori Kürt Sorunu

Almanak 2011Kapitalizm ve patriyarka iki ayrı sistem olarak değerlendirildiği sürece, kapitalizmin ekonomik denetimi sağlarken insan ve türün üremesi, yani yeniden üretim süreci ile etkileşim halinde olduğu gerçeği göz ardı edilmektedir. Üretim ve yeniden üretimin bir arada varolması,  karşılıklı etkileşimi birbirinden farklı iki sistem yerine tek ve bileşik yapılı bir sistem olan patriyarkal kapitalizm kavramı ile açıklanabilir. Kapitalist gelişim, işçiler arasındaki hiyerarşiyle sınıf içi boşluklar oluşturmakta ve bu boşlukları neyin dolduracağı konusunda patriyarka belirleyici olmaktadır. Bu boşluk, toplumsal cinsiyetçi işbölümüne uygun olarak doldurulmaktadır. Küreselleşme sürecinde emek üzerindeki patriyarkal kapitalist denetim süreçleri; cinsiyet, etnisite üzerinden yaşanan parçalanmanın kapitalistlerin “ucuz emek” talebine göre düzenlenmesini sağlamaktadır. Enformel kesim içinde ağırlıkla yer alan emek yoğun sektörlerde göçmen kadın işgücünde en uç örneğinin görüldüğü “ucuz emek” talebinin, küresel üretim zincirinde açığa çıkışı kadın emeğinin yapısal özellikleri kadar patriyarkal düzenlemelerle etkileşim halinde olan bir süreçtir. Patriyarka yalnızca hiyerarşik örgütlenme değildir, belli insanların belirli yerleri doldurduğu hiyerarşidir (Hırata, 2009: 178).

Ek bilgiler

  • Yazar Başak Ergüder
  • Yıl 2011
Yayınlandığı kategori Kadın

Almanak 2011“Hane işi”, “eviçi emek”, “ev emeği”, “ev işi” şeklinde farklı şekillerde ifadelendirilebilen ve cinsiyete dayalı iş bölümü nedeniyle büyük ölçüde kadınlar tarafından hane içinde yapılan bu iş veya emek biçimi üzerine dikkate değer bir tartışma yazını oluşmuştur.1 Tartışmanın ortak vurgusu, ev emeği’nin hane içindeki adil olmayan cinsiyete dayalı iş bölümünün bir sonucu olarak büyük ölçüde kadınlar tarafından ‘karşılıksız’ ve ‘ücretsiz’ yapılıyor olmasıdır.2 Ev emeği, hane içinde yapılan ve kişilerin kendi özel bakımları ve boş zaman kullanımları dışında kalan faaliyetleri içermektedir (Elson, 1998a: 193). Başka bir deyişle ev emeği, öncelikle bakım emeğini kapsamaktadır. Bakım, yaşları nedeniyle kendi bakımlarını yapamayacak durumdaki çocuk ve yaşlılar ile geçici veya sürekli bir hastalık/engel nedeniyle bakıma muhtaç durumda olanlar için besleme, banyo, temizlik gibi hizmetlerin hane içinde sunulmasıdır. Bundan başka ev emeği olarak yapılan diğer faaliyetler ise, yaş ve sağlık durumlarından bağımsız olarak, -kendileri bunları yapabilme kapasitesine sahip olmalarına rağmen tercih etmeyen- diğer tüm aile üyeleri için hijyenik ve sağlıklı bir ortam sağlamaya yönelik yeniden üretim ve bakım işleridir. Örneğin, gıda yönetimi (satın alınan gıda mallarının tüketilmeye hazır yemeğe dönüşmesi), tüm aile üyeleri için temiz ve ütülü giyecek sağlanması gibi (Antonopoulos, 2008: 10-11). Ancak burada ev emeği konusunda vurgulanması gereken bir başka boyut da, ev içinde boş zaman aktiviteleri olarak yapılan faaliyetlerin de cinsiyetçi içeriğinin olabileceği ve kadın ile erkek arasında eşit paylaşılmayabileceğidir. Örneğin ailecek pikniğe gidilmesi veya çocukların sinemaya götürülmesi aktivitelerinde kadınların harcayacağı çaba erkeklerinkinden fazla olabilir. Bu noktada, kadınların günlük yaşamla iç içe geçmiş ve iş olarak ifade edilmeyen ama “sevgi karşılığı çalışma” şeklinde nitelenebilecek bir emek süreci içinde oldukları görülmektedir (Acar-Savran, 2004: 19-20).

Ek bilgiler

  • Yazar Özgün Akduran
  • Yıl 2011
Yayınlandığı kategori Kadın

Almanak 2004Yeni Dünya Düzeni'nin ilan edildiği yıllarda, emperyalizmin ideologları da; Yeni Dünya Düzeni denilen ve kapitalizmle; barış, refah, gerçek bir demokrasi ve insan haklarının tüm dünyada egemenliğine inandırıcılık kazandırmak için kolları sıvadılar. "Tarihin sonuna gelindiğini" iddia ettiler. Çünkü; hem kapitalizm olacak, kapitalist tekeller zincirlerinden boşanıp birbiriyle kıyasıya rekabete girecekler; sömürü, kar, böylesi yüceltilecek ama, dünyada da demokrasi her köşeye yayılacak, yoksulluk açlık ortadan kalkacak, barış ve kardeşlik herkesin saygı gösterdiği bir şey olacak!

Mantıklı düşünen, biraz tarih bilincine sahip hiç kimse bunu kabul etmezdi. Bu saçmalığa, az çok inandırıcılık kazandırmanı tek yolu, "tarihin sonunun geldiği"ni ilan etmekti. Ve Fukuyama, tamamen kapitalizm dünyasını ihtiyaçlarından kaynaklanan bu tezin sözcülüğünü yaptı.

Tez ve tezi ifade eden birileri vardı da, peki bütün o gözler önündeki gerçekler ne olacaktı? Irak'a yönelik saldırı, SB'den 15 yeni ülke çıkartmak için girişilen baskılar, pek çok ülkede baş gösteren iç savaşlara kadar varan altüst oluşlar; emeğin haklarına karşı girişilen uluslararası saldırı; özelleştirme ve esnek çalışma uygulamaları adı altında işçi sınıfı ve emekçilerin 200 yıllık kazanılmış hakların bir çırpıda ortadan kaldırılması manevraları nasıl açıklanacaktı? Bütün bunlar olurken insanlar; nasıl olacak da barışın, kardeşliğin, refahın dünyasına göre yol aldıklarını düşüneceklerdi? Sadece; "tarihin sonuna gelindi," "artık eski normlarla düşünemeyiz" filan diyerek kimse inandırılamazdı. Onun için de; tarihin sonunun üstüne, bilinemezciliğin en pespaye yönlerini benimseyen bir post modernizmi geçirip bunu da eski Marksistlerin ve yeni liberallerin önlerine koyarak ortalığa salmak gerekti. Çünkü sadece bugün tarihin sonu geldiği için işçi sınıfına "devrimci niteliklerini yitirmiştir" demek yetmez, işçi sınıfının ve emeğin tarihte de kayda değer bir iş yapmamış olduğunun "kanıtlanması" gerekirdi. Bunun için de; "tanrıların gökyüzünden gelip insanlık uygarlığını kurduğu, piramitler de dahil bütün eski önemli yapıların, demirin, bakırın elde edilmesinin onlar tarafından yapıldığını iddia eden tezler” ve "kanıtlar" uydurmak gerekecekti. Bunu da bildiğimiz gibi, teologlar, mistik yazarlar üslendi: Dün "tanrıların" (laik düşünenler bunlara yaratık da diyebilirdi), kurduğu uygarlığı bugün artık, işçinin yerine geçen "robotlar"ın sürdürmeye başladığını; bilgisayar, elektronik ve genetikteki gelişmelerin artık insan emeğine ihtiyaç olmayan bir dünyanın kurulması için yettiği, burjuvazinin de bunu kuracak devrimci atılım göstereceğini propaganda etmeye (kitaplar yazıldı, filmler, TV dizileri yapıldı, tarih karanlığında, mitoloji ve dini kaynaklara referans olan efsaneler ballandıra ballandıra tarihsel gerçekmiş gibi sunuldu.) koyuldular. Burada her ne kadar "emek," "sanat," bilim" vb. için tarihin sonu gelirken, burjuvazi için sonu gelmek bir yana tarihin "yeniden başlıyor" olması gibi çelişki varsa da bu da görmezden gelindi.

Ek bilgiler

  • Yazar İhsan Çaralan
  • Yıl 2004
  • Kurum Evrensel Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni
Yayınlandığı kategori Politika

Almanak 2003Şirketler Batı kapitalizmi içindeki misyonlarını nitelik ve nicelik olarak değiştirmeye başlamışlardır. Soğuk savaş sonrasında ABD ve Avrupa’nın, “küresel egemenlik” için yarışmaya başladıklarını görüyoruz. “İşin özüne” girdiğimiz zaman ise “Batı kapitalizminin dünya üzerindeki egemenlik yarışının” yapılmak istendiği gerçeği ile yüz yüze geliyoruz. ABD ve Avrupa (AB), Batı kapitalizminin iki temel öğesini oluştururlar. Hem kapitalizmin dünya üzerindeki egemenliği için,

 - Kapitalist Batı ile “diğerleri” konumundaki çoğunluk arasındaki mücadele sürerken,

 - aynı zamanda da Batı kapitalizminin iki temel taşı olan ABD ve AB’nin kendi aralarında yarışmaları (ve mücadele etmeleri) şaşırılmaması gereken bir durumudur.

“Batı kapitalizmi ile diğerleri arasındaki çatışma” bu sonucu beraberinde getirir. Batı kapitalizmi dünya çoğunluğuna karşı egemenlik kurup “oligarşik bir küresel düzen” kurmak isterken, “oligarşinin temel taşlarını meydana getiren” ABD ve AB de aralarında yarışacaktır.

Irak’ın işgali sırasında ve sonrasında Batı kapitalizmi içinde meydana gelen gelişmeler, bu değerlendirmeyi doğrulamaktadır.

 - ABD’nin ve İngiltere’nin Irak’ı işgaline, Kıta Avrupa’nın büyük çoğunluğu direnmek istedi.

 - İşgal gerçekleşince, AB’nin büyük çoğunluğunun “işgalin içinde yer almaya başladığını” gördük.

Çünkü işgal eylemi, kapitalizmin meselesi idi. İşin özünde, Batı kapitalizminin tamamının bundan çıkarı olacaktı. Çünkü işgal eden sadece ABD ve İngiltere değildi; Bu aynı zamanda, Batı kapitalizminin “diğerlerine karşı zaferi” oluyordu.

Ek bilgiler

  • Yazar Erol Manisalı
  • Yıl 2003
Yayınlandığı kategori Politika

almanak20001İçinde yaşadığımız ve bir parçası olduğumuz dünya, belki de daha alçak gönüllü bir dilde kendi yaşam ortamımız, her geçen gün daha bir yabancılaşıyor bizlere; ama diğer yandan sanki daha da bir tanıdık gibi. Yabancılaşma içindeyken, değişen şeylere tanıdık olmak çelişkili bir durum doğrusu. Bu çelişkili durum, yaşanan gerçekliğe ilişkin bir çelişki midir yoksa yaşadığımız şeyin bilgilenme tarzına ilişkin bir çelişki mi? Çelişki, süreci yaşayanların konumlarının ve algılamalarının birbiriyle karşılaştırılması ile daha bir artmakta ve içinden çıkılamaz bir hal almakta. Bir yanda değişen şeylere bakarak her şeyin ama her şeyin değiştiğini düşünen ve buna göre yaşayanlarla, değişime karşı korunma ve karşı çıkma refleksi ile hiçbir şeyin değişmediğine inananlar arasındaki iletişimsizliğin kendisi bile, bir şeylerin değiştiğini göstermekte, ama sadece bir şeylerin. Bu iletişimsizlik ortamında açığa çıkan politik kurgular ve bu kurguların tanımladığı gerçeklikler ise kendi başına gerçeklik oldukları ölçüde ancak araştırma-analiz nesnesi olabilirler ve değişimi anlamak için birer çıkış noktası olabilirler, yoksa gerçekliği yani dünya kapitalizmi ve Türkiye’de gerçekleşen değişimleri anlamının/açıklamanın sağlıklı bir şekilde yapılmasına olanak tanımazlar. Gerçekliğe ilişkin bu farklı kurguların ve bu kurgulardan hareketle gerçekleştirilen politik önermelerin temel sorunu, gerçekliğe yaklaşırken kendi içinde tutarlı bir yol-yöntem araç seçimi yapılmamasıdır. Kısaca muhalif söylemlerde, özünde yönteme ilişkin bir dizi açmaz ve sorunun olduğunu vurgulamak gerekiyor. Fakat kullanılan yöntem ve bilgikuramların seçiminin bizzat kendisinin de, toplumsal ilişkilere içkin güç ilişkilerinin tanımladığı bilgilenme, özellikle hegemonik bilgilenme tarzıyla ilişkili olduğunu belirtmek istiyorum. Hiç kuşkusuz bu sınırlı konuşmamda, bu hegemonik bilgilenme tarzı ve onun açığa çıkardığı yöntemsel sorunları ve bu kurgusal gerçekliğe yol açan toplumsal ilişkilere ilişkin sorunların tümünü burada sıralamam mümkün değil. Ben özellikle yine bir tercih-bir tavır olarak eleştirel marksist bir yaklaşımın tanımladığı sınırlar içinde muhalif söylemde yer alan birkaç metodolojik açmazı deşifre etmek istiyorum.

Ek bilgiler

  • Yazar Fuat Ercan
  • Yıl 2001
Yayınlandığı kategori Küreselleşme
Ara...