Ögeler etikete göre görüntüleniyor: Küreselleşme

Almanak 2011Türkiye’de sermayenin 1980’li yıllardan başlayarak yapısal uyum için başlattığı yasal düzenlemeler özellikle 1990’lı yılların sonunda küresel ekonomiye eklemlenme çabası ile birlikte hızlanmış, 2000’li yıllarda yeni bir boyut kazanmıştır. Uluslararasılaşan ekonomilerin gerekli hatta zorunlu kıldığı hukuksal değişim ve yasal düzenlemeleri anlamak ve kapitalizmin yapısal mantığı içerisinde gerçekleşen değişim/dönüşüm içerisinde ne anlama karşılık geldiğini değerlendirebilmek önem arz etmektedir. İlgili yasal düzenlemelerin en önemli alanlarından biri emeği denetim altına almaya çalışan politikalara ilişkindir. 

Türkiye’de de özellikle son yıllarda emek denetim politikalarının yasallaşması en önemli gündem maddesi olmuştur. 2010 yılında gündeme gelen, 4 Şubat 2011 yılında kamuoyuna ilk taslak “Ulusal İstihdam Stratejisi Belgesi” sunulan ve 2012 Şubat ayında “Ulusal İstihdam Strateji Taslağı (2012-2023)” olarak son haline gelen UIS’nin deşifresi son dönem ana akım iktisat söylemindeki emek denetim politikalarını anlamak için önemli bir yol haritası olmaktadır. Ayrıca yakın bir geçmişte çıkarılan 6111 sayılı yasa ve sonrasında uygulama alanı bulacak olan Geçici İş Büroları gibi yeni düzenlemeler ile kıdem tazminatının kaldırılması ve bölgesel asgari ücret gibi uygulamaların getirilmesi de emek denetim mekanizmalarının nasıl işlediğini göstermektedir. Bu çalışmanın amacı, Ulusal İstihdam Stratejisi Taslağı (UİS) kapitalizmin yapısal mantığı içerisinde incelenmesi ve emek denetim mekanizmalarının son dönemde geçtiği ve geçeceği aşamaların gösterilme çabasıdır. Bu bağlamda; UİS de belirtilen ayrıca iş kanununda da geçen kurumlardan Özel İstihdam Büroları ile Geçici İstihdam Büroları ve meslek edindirme birimlerinin emeğin tahakküm altına alınması adına önemli işlevler yüklendiği ve işverenler açısından önemli kazanımlar sağladığı görülmektedir.

Ek bilgiler

  • Yazar Selma Değirmenci
  • Yıl 2011
Yayınlandığı kategori Emek Hareketi

Almanak 2010İki nedenden dolayı bu konuya yönelmiş bulunuyorum. Bunlardan birincisi, tarihin bu dönemecinde yönetsel veya sosyal kurumların betimlenmesinde, hatırlayabildiğimiz geçmişe oranla, hemen hiçbir dönemde olmadığı kadar sıkça “dönüşüm” ya da “değişim” kavramları kullanılmakta ve hemen her olguyu veya kurumu “dönüşüm” ya da “değişim” vurgusu ile irdelemeye çalışıyor olmamızdır. Tarihsel süreç, doğası gereği, devamlı değişim ve dönüşüm içerir. İnsanlık tarihinin her aşamasında çok ciddi dönüşümler yaşanmıştır. Bazı dönemlerde keşif ve icatlara, başka zamanlarda büyük ekonomik ya da siyasal dönüşümlere bağlı olarak medeniyetin akışı değişmiş ve yeni aşamalara geçilmiştir. İkinci Paylaşım Savaşı sonrası dönemi ele aldığımızda, izlenen ekonomi politikalarında olduğu kadar reel yaşamda da görülen devinimlerin hiç birinin değişim sözcüğü betimlenmemiş, bizzat politikaların isimleri ile anılmış ve tarihe de öyle geçmiş olduklarını görürüz. Üniversitelerin kütüphanelerinde doktora tezlerinin konularına baktığımızda da, “sosyal devlet politikaları”, “ithal ikameci politikalar”, “finansal genişleme”, “küreselleşme” ve “finansal balonlar ve krizler” gibi, zamanlarının politikalarını yansıtan konu başlıklarına rastlarız. Günümüzdekinden farklı olarak, geçmişte yaşananları betimleyen başlıkların hemen hiçbirinde “dönüşüm” ya da “değişim” ek nitelemesinin olmaması, buna karşın, son yirmi otuz yılın başat ekonomi politikası olan “neoliberalizm” politika uygulamaları anlatılırken, tüm dünyada görülmekle beraber, özellikle de Türkiye’de “değişim” ya da “dönüşüm” kavramlarının hemen tüm toplumsal ya da yönetsel kurumların vazgeçilmez tanımlayıcı niteliği olarak devreye sokulması üzerinde düşünülmeye değer bir konu olarak görülmelidir. Her toplumsal ve ekonomik evrenin bir önceki evrenin organik sonucu olduğu nedensellik kurgusu içinde seyrettiği görüşü çerçevesinde, altyapı üretim ilişkilerinde gözlemlenen farklılığın, üretim ilişkilerinde radikal değişimi ifade edercesine “dönüşüm”den çok, zaman içinde yaşananlara “sistemik uyum” olarak algılanmasının daha uygun olduğu kanaatini taşımaktayım. Ancak, üst-yapı kurumlarındaki sürecin, olması gereken biçimde alt-yapıya uyumlu olarak gelişmeyip, alt-yapı sürecini perdeleyici ve kolaylaştırıcı işlevle iradî olarak şekillendirildiği dikkate alındığında söz konusu kurumlar için “değişim” kavramının kullanılması anlaşılır olmaktadır. Zira üst-yapı kurumlarında yaşanan sürecin “muhafazakârlık” görüşü çerçevesinde kendi organik devinimini yaşamadığına, bu nedenle de bu kademede ciddi sosyal sürtüşmelere ve çatışmalara tanık olmaktayız. 1980’lerde belirginleşen toplumsal ve siyasal yapıdaki farklılaşmanın irdelenmesi, söz konusu değişim ya da dönüşüm edebiyatının ortaya çıkışının nedenlerini açığa çıkarmaya hizmet edebilir, diye düşünmekteyim. Tartışmada izlenecek hat, üst-yapı kurumlarındaki dönüşümlerin alt-yapıdaki değişimlerle ne denli ilişkilendirilmesi doğrultusunda gelişecektir.  

Ek bilgiler

  • Yazar İzzettin Önder
  • Yıl 2010
Yayınlandığı kategori Politika

Almanak 20091980 sonrası çay piyasası için sermaye birikimi açısından yeni bir dönemi işaret etmektedir. Yeni gereklilikler “Piyasa egemenliğini” sağlamak açısından olurken toplam toplumsal üretimin bir parçası olarak üretim ve tüketim de bu saiklere göre yeniden şekillendirilmiştir. Çay sektörü, mevcut tekel yapısının değiştirilerek uluslar arası pazara eklemlenme beklentisiyle sektörün tekel yapısı kaldırılmış ve piyasaya açılması yönünde önemli adımlar atılmıştır. Çay tekelinin kaldırılış nedenleri ise şu şekilde sıralanmıştır: Ekonomide liberalleşme, üretimi genişletme, kaliteyi yükseltme, döviz girdisi sağlama ve kamuda kazanılan tecrübelerin özel kesime aktarılması. Bunlardan en önemlisinin de ekonomide liberalleşme olduğu ifade edilmiştir.1 Yaş çayın işlenmesi, paketlenmesi, dağıtımı ve pazarlanmasından oluşan süreçte kontrolün elde tutulması önem kazanmıştır. Üretimi ve tüketimi giderek artan ve üretiminin iç piyasanın isteklerini karşılamasının yanında bu dönemde sermayenin dış pazara açılma istekleri doğrultusunda bu alanı düzenleyecek yasal düzenlemeler ve bu sektörde faaliyet gösterecek olan firmalar için teşvikler çıkarılmıştır. Yapılan en önemli yasal düzenleme 4 Aralık 1984 yılında mecliste kabul edilen 3092 sayılı çay kanunudur. Bu kanun ile birlikte getirilen en önemli değişiklik çayın yapraktan bardağa giden sürecinde devlet dışında yeni aktörlere olanak açmasıdır. Bu kanunla birlikte çay tarımı, üretimi, işletmesi ve satışı kanunun hükümleri dahilinde serbest bırakılmıştır.2 Yani özel sektörün fabrika kurması, işletmesi, üreticiden doğrudan çay alınması, çayın işlenerek kuru çaya dönüştürülmesi, satışı serbest bırakılmıştır. Çıkarılan kanun, büyük ölçekli işletmelerin çay tarımına girmesini kolaylaştırıcı bir işlev görmüştür.

Ek bilgiler

  • Yazar Fatma Genç
  • Yıl 2009
Yayınlandığı kategori Tarım - Orman

Almanak 2009“…Sene 1973. Japonya’nın başkenti Tokyo’da resmi düzeyde uluslararası bir toplantı yapılmaktadır. Bu toplantı Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşmasının (GATT) 7. Turu’dur ve Tokyo Turu olarak anılacaktır. Bu toplantının birçok konu başlığı vardır. Fakat toplantının en önemli konu başlığı tarımdır. Çünkü tarımı serbest piyasa içine alma konusu da tartışmaya açılmıştır. Tarım konusu bu turda çok tartışılır. Altı yıl süren Tokyo Turu’nun bitiminde yani 1979 yılında tüm katılımcı ülkelerin kararıyla tarım serbest piyasa içine alınmadan dağılır. Türkiye’de bu toplantıya katılmış ve tarımın serbest piyasa içine alınmaması doğrultusunda görüş belirtmiştir…”

GATT Tokyo Turu bitmiştir. Türkiye’de Demirel Başbakan’dır. Başbakan Demirel ve Turgut Özallı ekibi 1980 yılında 24 Ocak Kararları diye bilinen kararları çıkarmış, uygulamaya koymuştur. Tokyo Turu’nda ret edilen tarımın serbest piyasa içine alınması 24 Ocak Kararları ile Şilen uygulamaya konulacaktır. Bu Kararların uygulamaya konulmasıyla sadece çiftçiler değil işçiler, memurlar, kadınlar ve gençler için hayatı cehenneme çevirecek yeni bir süreç başlamıştır.

24 Ocak Kararları ile Türkiye ekonomisinin dümeni IMF ve Dünya Bankası’na terk edilmiş, tarım sektörümüz de, serbest piyasa çarkına üç aşamalı sinsi bir planla alınacaktır.

Ek bilgiler

  • Yazar Abdullah Aysu
  • Yıl 2009
  • Kurum Çiftçi-Sen Genel Başkanı
Yayınlandığı kategori Tarım - Orman

Almanak 2008İstanbul, yüzyıllar boyunca pek çok imparatorluğa başkentlik yapmış, önemli bir şehirdir. Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte başkentin Ankara’ya taşınmasına rağmen, ekonomik, sosyal, tarihsel,  kültürel ve turistik açıdan hâlâ Türkiye’nin en önemli kentidir. İstanbul’un da dahil olduğu büyük kentlerin temel sorunlarından birisi de gecekondulardır. 1980’li yıllarda Türkiye’de uygulanan neo-liberal politikalarla birlikte gecekondu alanları birer kâr ve rant kaynağı olarak görülmeye başlamış; özellikle 1990’lı yılarda gündeme gelen kentsel dönüşüm projeleri, 2000’li yıllarda yasal bir statüye kavuşarak uygulama safhasına geçmiştir.

Kentsel dönüşüm projelerinin uygulandığı mahallelerden birisi ise İstanbul’da Romanların ağırlıklı olarak yaşadığı, Fatih ilçesine bağlı, Sulukule Mahallesi’dir. Hükümet ve yerel yönetimler, bu mahalleyi yıkarak burada kentsel dönüşüm projesi çerçevesinde yenileme çalışmaları yapmaktadırlar. Bu projenin romanların yerleşim ve yaşam mekanları ile kültürleri ve kentin tarihsel hafızası üzerinde olumsuz etkileri vardır. Çünkü bu projenin amacı Romanların yaşam alanlarını ve koşullarını düzelterek onların yaşam kalitelerini yükseltmek değildir. Amaç, Romanları kentin 40 kilometre uzağına taşıyıp onların yaşadığı bölgeyi ellerinden alarak ve devlet eliyle soylulaştırma uygulaması yapılarak rant yaratacak mekanları küresel sermayenin ihtiyaçları ve talepleri doğrultusunda yeniden biçimlendirmektir. Elbette teorik olarak Romanların da yenilenen Sulukule’den kendilerine ev alma imkanları vardır. Fakat pratikte, işsizlik ve düzenli gelir yetersizliği ve yoksulluk gibi sebeplerle pek çok Roman’ın buradan daire almaları neredeyse imkansızdır.

Ek bilgiler

  • Yazar Nilüfer Korkmaz
  • Yıl 2008
Yayınlandığı kategori Kentleşme

Almanak 2006Son zamanlarda sürekli olarak suyun tükendiğine dair haberlerle karşılaşıyoruz. Çorak topraklar ya da akmayan musluk görüntülerini boca ediyorlar önümüze. Bu imgelere, günümüzde dünyada yüz yıl öncesine göre altı kat daha fazla su tükettiğimize dair rakam ve istatistikler eşlik ediyor. Yanı sıra nicelik ve nitelik sorunlarından söz ediyor, ve her ikisinin de kaynak kıtlığına açıldığını gösteriyorlar. Yeterli suya sahip bölgelerde kentlerin büyümesi ve bunun sonucu olarak sıvı kullanımındaki artışın doğayı nasıl etkilediğine de işaret ediyorlar; yöneticiler açısından bu yüzyılın en önemli sorununu, su kriziolarak da bilinen su kıtlığı ve kirlenmesi oluşturmakta.

Burada sormak gerekir: gerçekten de bir su kriziyle mi karşı karşıyayız? Yerkürenin esas olarak sudan oluştuğu bir durumda, nasıl olur da su krizinden söz edilebilir? Bu sorunun klasik yanıtı şöyle: “Çünkü bu toplamın yalnızca yüzde 2.5’i insan tüketimine uygundur; geri kalan yüzde 97.5 tuzludur.” Bu yanıt, görünüşte kaynak kıtlığını açıklıyor. Ama bu yüzde 2.5 ne miktarda suyu temsil etmekte? Bu yüzde her hidrolojik çevrimin bitiminde sabit mi kalmaktadır? Bir bardak suyun yüzde 2.5’i ile bir gölünki aynı olmadığı gibi, yağış mevsiminin sonundaki yüzde 2.5 ile başındaki de bir olmadığına göre, bu sorular bizi kaçınılmaz olarak bu çok kullanılmış iddiaları gözden geçirmeye ve ağızlarda sakız olmuş su krizinin anlamını ve onu ortaya çıkartan olası nedenleri daha iyi anlayabilmemize olanak sağlayacak verileri araştırmaya yöneltiyor.

Ek bilgiler

  • Yazar Sonia Davila POBLETE
  • Yıl 2006
Yayınlandığı kategori Çevre

Almanak 2006“TÜSİAD-Koç Üniversitesi Ekonomik Araştırma Forumu,…küreselleşme ve AB'ye yakınsama sürecinde Türkiye'nin önündeki ekonomi politikası seçeneklerini değerlendiren, kısa ve uzun dönemli öngörülerde bulunmayı amaçlayan araştırmaları destekler…Dünya ekonomisine yön veren kuruluşlar, akademisyenler, özel ve kamu kesimindeki araştırmacı ve araştırma kurumları ile ilişki ve işbirliğini geliştirmek, bunların Türk ekonomisine ilişkin ortak araştırmalar yapmalarına zemin hazırlamak Forum'un amaçları arasında yer alır.” (Haziran 2005, Yayın No. EAF/2005–06/001).

Yukarıdaki alıntı EAF’ın (TÜSİAD-Koç Üniversitesi Ekonomik Araştırma Forumu) 2005 yılında hazırladığı bir rapordan yapılmıştır. Raporda da belirtildiği üzere 1980 sonrasında Türkiye, dünya çapında “küreselleşme” olarak tanımlanan bir sürece girmiştir. Toplumsal ilişkilerin hızla değişime uğradığı bu süreçte, değişimin sürekliliğinin beraberinde getirdiği belirsizlikler ve riskler günlük yaşamımızın her alanında hissedilmektedir. Son çeyrek asırda Türkiye’nin siyasi ve ekonomik gündemi, yaşanan hızlı değişimin etkisiyle uzun dönemli hafıza kaybı yaşarken, kısa erimli/günlük tartışma ve çözümler ön plana geçmiştir. Bununla birlikte, toplumun bazı kesimleri/kurumları bu değişime yön veren uzun erimli projeler hazırlamaktadır. Toplumsal ilişkilerin yeniden biçimlenmesindeki etkin aktörlerden biri olan devlet ve bürokrasi, ardı ardına yaptığı yapısal reformlar ve çıkardığı kanunlarla günlük yaşamımızda köklü değişikliklere yol açmaktadır. Kamuoyunda tartışmalara yol açan özelleştirmeler, kamu yönetim reformu, eğitim sistemi reformu, vergi teşvikleri/indirimi, yabancı sermaye/yatırım kanunu, AB’ye ve özel olarak da bu kurumlarda görev alan bürokratlar/akademisyenler grubudur. Tink-tanklar adına bu grup tarafından hazırlanan raporlar devletin politika yapma sürecini etkilemekte ve devlet politikalarına yön vermektedir. Kamuoyunda kendi öznel varoluşlarını ön plana çıkarmayan bu araştırmacılar grubu, hazırladıkları raporlarla devletin çeşitli kademelerinde ve dolayısıyla devletin bütünsel içyapısında değişime neden olmaktadır. Bu raporların gösterdiği doğrultuda devlet de yeniden şekillenmektedir. Örneğin; TÜSİAD bünyesinde çalışan araştırmacı grubun 1994 yılında hazırladığı Yüksek Öğrenim Raporu, YÖK uygulamalarının iş dünyasının gereklilikleriyle uyum içinde olması yönündeki çabalara yol açmıştır. Ya da TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu’nun çeşitli vesilelerle vurguladığı ve TEPAV’ın da (Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı) üzerinde rapor hazırladığı (Kayıtdışı Ekonomi/29 Aralık 2005) “işadamlarının yüklendiği aşırı istihdam vergileri” konusu, sosyal güvenlik reformu yoluyla devletin vergi sistemi yapısındaki dönüşüme ait ipuçları vermektedir.

Ek bilgiler

  • Yazar Özlem Tezcek
  • Yıl 2006
Yayınlandığı kategori Küreselleşme

Almanak 20061980’lerin başında tüm dünyada yeni bir iktisat anlayışı ve iktisat politikaları hakim olmaya başladı. Sıklıkla yazıldığı gibi bu dönemde liberal (serbest) politikalar uygulanılmaya ve dış ticaret ile Şnans hareketlerinin önündeki engeller kaldırılmaya başlandı. Ülkemiz de 24 Ocak 1980’de dış ticaretin liberalizasyonu ile bu sürece dahil oldu; 1989’da Şnans hareketlerinin önündeki engellerin kaldırmasıyla bu yolda ilerledi. Her ne kadar 12 Eylül 1980 darbesi liberalizasyon yönünde alınan kararların uygulanabilmesini mümkün kılmışsa da bu durum sadece Türkiye’ye özgü bir değişiklik değildi. 1980’ler boyunca hemen hemen bütün gelişmekte olan ülkelerde benzer kararlar alınarak uygulamaya konuldu.

1980’lerin başında gelişmekte olan ekonomilerde yaşanan borç krizleri söz konusu ülkelerin Uluslararası Para Fonu (UPF) ve Dünya Bankası (DB) eksesinde yeni bir ekonomik yapılanmaya itti.1 Bu yeniden yapılanma sürecinde öncelikli olarak dış ticaret, daha sonra da sermaye akımları serbest piyasa anlayışına göre oluşturuldu. Bu değişime ek olarak da vergi sistemleri, kamu harcamaları, emek piyasalarındaki düzenlemeler de köklü değişikliklere tabi tutuldu. Özelleştirme girişimleri de ağırlıklı olarak bu dönemde başlatıldı.

Ek bilgiler

  • Yazar Gökçer Özgür
  • Yıl 2006
Yayınlandığı kategori Ekonomi

Almanak 2005Ekonomik, politik, kültürel tüm insani etkinlikleri uluslararası sermayenin talep ve çıkarlarına tâbi kılmak anlamına gelen “kapitalist küreselleşme” projesinin gerçek yüzü şimdi daha net bir biçimde ortaya çıkıyor. Geri döndürülmez bir süreç gibi sunulan “kapitalist küreselleşmenin” uluslararası sermayenin iradi bir politik projesi olduğu şimdi daha net anlaşılıyor. Emperyalistler arası “eşit sömürme özgürlüğüne” dayandırılan kapitalist küreselleşmenin bir dönemi, ABD’nin Irak ve Afganistan işgalleriyle kapanmıştı. Dünyanın hem ekonomik hem de askeri anlamda tek süper gücü olan ABD, uluslararası sermayenin kendi suretinde bir dünya yaratma hamlesinin “tarafsız” bir gardiyanı değil, kendi ulusal çıkarı doğrultusunda tetikçisi olduğunu göstermiştir. Şimdi de İran’a yönelik tehditleriyle, hem Avrupa bölgesinin enerji yollarının kontrolü yolundaki kararlılığını,
hem de askeri gücünü her fırsatta hissettirme niyetini bir kez daha ortaya koyuyor. Kapitalist küreselleşmenin bir politik proje olma niteliği, ekonomik alandaki iki yüzlülüğü
belirginleşiyor. Dubai şeyhinin Dubai Port şirketiyle Amerika’nın belli başlı limanlarının işletme hakkını alması, ulusal güvenlik gerekçesiyle engellendi. Böylelikle, işine gelince “küreselleşmeci”, gelmeyince ulusalcı zihniyetin tutarsızlığı ortaya çıkmıştır.

Benzer biçimde, tüm dünyada enerji, iletişim, demir-çelik gibi stratejik sektörlerdeki işletmeleri teker teker satın alan AB’nin çekirdek ülkeleri, iş kendi iç pazarlarına gelince “dur bakalım” diyorlar. Fransızlar, İtalyan elektrik devi Enel’in, İspanyollar Alman G.O.N. şirketinin önünü kesiyor. Fransız-Belçika-Lüksemburg çelik firması Arcelor’a, Ereğli ihalesi nedeniyle yakından tanıdığımız Mittal şirketinin teklif vermesine bile izin verilmiyor. Çinliler ise ne Amerika ne Avrupa pazarlarına yaklaştırılmıyor. Kısaca, küreselleşme projesini teşhir etmek, daha güçlü bir direniş sergilemek için objektif koşullar oluşuyor.

Ek bilgiler

  • Yazar Hayri Kozanoğlu
  • Yıl 2005
  • Kurum ÖDP Genel Başkanı
Yayınlandığı kategori Politika

Almanak 20042004 yılı birçok gözlemciye göre Türkiye ekonomisi için olağanüstü başarılı bir yıl oldu. Bu başarıya yapılan övgülerin bir kısmı iktidardaki AKP hükümetine yönelikti, bir kısmı da IMF’nin uygulattığı programın üstün başarısına. Başarının dünya ekonomisinden kaynaklanan boyutu ile Türkiye’nin dış ekonomik ilişkileri bağlantılı boyutu ise gündeme getirilmedi; bu ikisi bir yana bırakılırsa, gerçekten de temel makro ekonomik göstergeler, 2003’te başlayan istikrarlı büyümeye geçişin 2004’te güçlenerek doruklara tırmandığını ortaya koyuyordu. Bir yanda %9,9’un üstüne fırlayan GSMH artış hızı, bir yanda %10’un altına doğru inen fiyat artış hızı, bir yanda %16 civarına inen faiz haddinin yanına bir de 1.35 YTL/dolar etrafında oynayan döviz kuru ve 66 milyar doları aşan ihracat eklendiğinde, Çin ile yarışan bir “istikrar içinde hızlı büyüme” tablosu ortaya çıkmakta.

Ek bilgiler

  • Yazar Gülten Kazgan
  • Yıl 2004
Yayınlandığı kategori Ekonomi
Ara...